Ermeni meselesine ilişkin iki soru
Sonunda yasa Senato”dan da geçti… Söz konusu yasanın hangi amaçlara yönelik bir araç olarak kullanılmak için çıkarıldığını uzun uzadıya anlatmak gereksiz, çünkü artık hemen herkesin farkında olduğu bir konu bu.
Bu çerçevede bizi ilgilendirmesi gereken husus bambaşka. Biz her şeyden önce söz konusu yasanın Meclis ve Senato”dan geçme sürecinde “bizim” nasıl davrandığımızı değerlendirmek zorundayız.
Bir kere bu manzarayı gözledikten sonra oturup şu soruyu sormalıyız: Birbirinin benzeri açıklama ve eylemlerde yaratılan bu “tepki seli”nin meseleyi anlamak ve giderek bir çözüme ulaştırmak yönünde bir anlamı var mıdır, olumlu bir rolü olabilir mi? Önceki akşam televizyon ekranlarının hali neydi öyle? Ülkedeki bu ekranları bir an için uzaktan bakan birilerinin gözüyle değerlendirecek olsak nasıl bir sonuca varırdık dersiniz? Demek ki konuya ilişkin acilen yapılacak ilk iş, Ermeni meselesi hakkında Türkiye”nin de artık sınırlarının ötesinde olduğu gibi artık içinde de boy veren şimdikinden çok farklı bir bakış açısına yerleşebilmesidir. Bu adım atılmadığı sürece, bugün Fransa karşısında takınılan resmi ve gayri resmi tutumun benzerlerini önümüzdeki yıllarda daha çok tekrarlayacağız demektir. Yazık değil mi bu yolda harcanan ve ileride harcandığından dolayı pişmanlık duygusu yaratacağı kesin olan bu resmi ve gayri resmi enerjiye…
Yasanın Fransız meclisinden geçtiği günlerde yayımlanan bir köşe yazısında Prof. Vahit Bıçak”ın “soykırım” konusuna ilişkin bir değerlendirmesi aktarılıyordu. Prof. Bıçak, biliyorsunuz, Türk Ceza Kanunu”nun yenilenmesi (2005) sürecinde görev alan akademisyenlerin başında geliyordu. Köşe yazısında tırnak içinde aktarılan bu açıklama şöyleydi: “TCK 76/c, ”Grubun, tamamen veya kısmen yok edilmesi sonucunu doğuracak koşullarda yaşamaya zorlanması”nı da soykırım olarak nitelendiriyor. Yarın birileri çıkıp, ”Meseleyi gel senin yasalarınla çözelim, TCK”nın 76/c bendini esas alalım” dese ne olur?”
Prof. Bıçak”ın sorusunu –sizin adınıza değil tabii ki- ben şöyle cevaplarım: Meselenin adı 76. maddenin sadece “c” değil, onunla birlikte “a”, “b”, “d” ve “e” bendleri uyarınca da “soykırım” olarak konur…
İsterseniz bu bendleri ve öncesinde yer alan soykırım suçu tarifini hatırlamadan geçmeyelim: “(1) Bir plânın icrası suretiyle, milli, etnik, ırkî veya dini bir grubun tamamen veya kısmen yok edilmesi maksadıyla, bu grupların üyelerine karşı aşağıdaki fiillerden birinin işlenmesi, soykırım suçunu oluşturur: a) Kasten öldürme. b) Kişilerin bedensel veya ruhsal bütünlüklerine ağır zarar verme. c) (….) d) Grup içinde doğumlara engel olmaya yönelik tedbirlerin alınması. E) Gruba ait çocukların bir başka gruba zorla nakledilmesi.”
Şimdi söyler misiniz, “Tehcir” söz konusu olduğunda sıralanan bu bendlerin hangisini dışarıda bırakabiliriz?
Bu bahsi “Tehcir”in soykırım ya da başka bir adla adlandırılması tartışması çerçevesinde hatırlatmıyorum; meseleyi tartışırken T.C.”nin çok taze TCK”sının 76. maddesini de unutmayalım diye aktarıyorum. Bu maddeyi TCK”ya Fransızlar ya da başka bir millet koymadı, “biz” koyduk… Dolayısıyla, Prof. Bıçak”ın sorusunu aklımızdan çıkartmayalım: “Yarın birileri çıkıp, ”Meseleyi gel senin yasalarınla çözelim, TCK”nın 76/c bendini esas alalım” derse ne olur?”
Bugün Ermeni meselesi bağlamında bir “ikinci soruyu” da tartışalım istiyordum. Bu soru doğrudan muhafazakâr kesimin Ermeni meselesine ilişkin yaygın tutumunun sorgulanmasına ilişkin. Konu, benim maalesef gecikmiş olarak –bir okur mektubunun işaret etmesi sonucu- okuyabildiğim, akademisyen Gökhan Bacık”ın üç yıl önce yayımladığı (Zaman gazetesi) bir yazıda son derece güzel işlenmiş. Bu yazıdan –hakkını vermek için- başka bir gün söz etmek istiyorum. Bugün için yazının sorunu ortaya koyan şu ilk cümlelerini aktarmakla yetiniyorum:
“Ermeni sorunu” denilen karmaşık olgu ile karşılaşan geniş muhafazakâr kitle, kaçınılmaz bir refleksle kendi tarihini, kültürünü ve kimliğini savunmak durumuna düşmektedir.
Bir şekilde Osmanlı idaresinin katliamlar yaptığı düşüncesi, muhafazakâr aklın üzerine inşa edildiği pek çok değeri ve kurumu sarstığı için sözü edilen derin refleks, adeta kalıcı hale gelmektedir. Ne var ki, bu refleks yüzünden muhafazakâr akıl ve kitle, Ermeni meselesi kavgasının ”sakladığı” büyük bazı diğer sorunları görmemektedir. Tuhaf ve üzüntü verici bir şekilde, kendi kimliğini ve tarihini savunduğunu düşünen muhafazakâr kitle, aslında kendi tarihi ve kimliği ile savaşan tarihsiz ve kimliksiz bir azınlığı savunmak durumuna düşmektedir. Bu yüzden muhafazakâr aklın, işin -eski tabir ile- faslına ait bazı yönlerini acilen düşünmesine ihtiyaç bulunmaktadır. “
Güzel bir giriş doğrusu… Devamını önümüzdeki yazıda getirelim…
Kürşat Bumin kimdir?
Yeni Şafak Gazetesi yazarı Kürşat Bumin,1947 yılında Yıldızeli’nde dünyaya geldi. DTCF Felsefe Bölümününden mezun olan Bumin 1972- 1980 yılları arasında Paris’te siyaset felsefesine ilişkin çalışmalar yaptı ve çeşitli dergilerde makaleleri yayınlandı. 10 yıl Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nde öğretim üyeliği görevinde bulundu. Medya kronik adlı internet sitesinin kurucuları arasında bulunan Bumin Yeni Şafak gazetesiyle yollarını ayırmıştır.